Merhaba bloğuma hoş geldiniz 🙂
Bugün sizlere çok ilgi duyacağınız bir isim olan Mustafa Ayaz ile röportajımızı paylaşacağım. Bloğumu takip edenler biliyordur Magazin Muhabirliği dersi kapsamında farklı mekanları ziyaret ediyoruz. Geçtiğimiz haftalarda da Mustafa Ayaz Müzesi ve Plastik Sanatlar Merkezi Vakfı’na gitmiştik. Doç. Dr. Erol İlhan hocamız sayesinde müzeyi gezme fırsatımız oldu ve müzeden gerçekten çok etkilendim. Resimlerde kendimi bulmak, daha coşkulu ve mutlu unsurları görmek beni iyi hissettirmişti açıkçası… Mustafa Ayaz’ın kızı Nilay Ayaz da bize müzenin kuruluşu, Mustafa Ayaz’ın hayat hikayesinden bahsedince tanımayı çok istemiştim. Sonrasında Erol hocam röportaj yapabilmem için Nilay Hanım’a teklif sununca gerçekten çok sevinmiştim. Hemen Nilay Hanım’la görüştük ve Mustafa Ayaz’ın müzede olacağı bir gün röportaj için randevumuzu aldık. Röportaj detaylarına geçmeden önce belirteyim; çok ilham alacağınız, mücadele ve amaçlarını gerçekleştirmek için çalışan bir ressam var karşınızda :)) Şahsen Mustafa Ayaz’la röportaj yaptığım için çok şanslı hissediyorum kendimi 🙂 Bu arada Ankara’da Mustafa Ayaz Müzesi ve Plastik Sanatlar Merkezi Vakfı’nı mutlaka ziyaret etmenizi öneririm. Keyifli okumalar güzel okuyucularım 🙂
Avcı: İlk sorumla başlamak istiyorum. Bize çocukluğunuzdan, hayatınızın kırılma noktalarından bahseder misiniz? Ayrıca resme olan tutkunuzu nasıl keşfettiniz?
Ayaz: Ben Trabzon Çaykara kazası eski adıyla Fotinos şimdiki adıyla Kabataş köyünde bir ailede doğmuşum. Babam 12 yaşında sağır olmuş. Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslar amcamı ve sağır babamı esir almışlar fakat babam sağır olduğu için biraz uğraşıp bırakmışlar. Köyümüzde hatta köyümüzün çevresinde ilkokul yoktu. Karadeniz arazisinde yamaç vadiler vardır. Kasabada, Çaykara’da bir tane ilkokul vardı. Bizim köy ve ilkokul arasında da iniş, yamaçtan aşağı kolay olduğu için yarım saatti. Ancak çıkış bir saatten de fazlaydı. O nedenle çocukların biraz büyümesi, palazlanması gerekiyordu ki yaya gidip gelebilsin. Şimdiki gibi öyle 6 yaşındaki çocuğun yaya okula gitmesi mümkün değildi.
Arada bazı trajik şeyler var. Ama onları anlatmayacağım. Çünkü bizim amacımız onları suçlamak değil. Ben ailemin dördüncü çocuğuyum. Ablam rahmetlik oldu sonra 4 erkek… Ablam okula gidemedi. Büyük abimin halen sağ ki benim üzerimde çok emeği olan, bana babalık yapan adam. En son çocuk benim. Kardeşlerimden diğerleri ilkokula gidemedi. Babam da sağır olduğu için bu meselelerden anlamıyordu. Babam sağır olmasına rağmen konuşmadan anlardı ve hızarcıydı. Oradan ekmeğini kazanırdı; yani ne iş olursa odun kırmak işte 25 kuruş yevmiyeyle. O paralarla bir yılda bir teneke gaz yağı, 2 kg şeker alırdık. 12 yaşındayken nüfus cüzdanım yok ve okula yeni başlayacağım. Bu çok önemli bir noktadır hayatımda… Abim kolumdan tutuyor kasabaya götürüyor; başöğretmene çıkarıyor. Diyor ki: “ben efendim, kardeşimi okula yazdırmaya geldim.” Bu sefer başöğretmen bana: ”Oğlum, ver bakayım nüfus cüzdanını…” Ben de “nüfus cüzdanım yok.” dedim. Başöğretmen: “Nasıl olur?” dedi. Abim de yok dedi. Bunun üzerine başöğretmen bana soruyor: ”Oğlum sen kaç yaşındasın?” Ben: “12 yaşındayım” dedim. Bana “ooo, senin zamanın, yaşın geçmiş; seni okula alamayız” dedi. Burası çok önemli bir kırılma noktaları… Öğretmen bana “Senin yaşındaki çocuklar okulu bitiriyor, alamayız. Daha nüfus cüzdanın yok” Dedi. Bunun üzerine abim çok zekice bir davranışta bulundu ve dedi ki: “Efendim, benim kardeşim yanlış biliyor, benim annem ve babamın söylediği yaş 10; kardeşim 10 yaşındadır.” diyor. Bunun üzerine başöğretmen dikilip kalıyor, bir ikilem arasında kalıyor ve doğrusunu tercih ederek diyor ki: “Peki o zaman gidin, nüfus idaresinden 10 yaşında yazdırın getirin.” Eğer başöğretmen bana deseydi senin yaşın geçti diye okula gidemezdim. Benim köyümde dayılarım marangozdu, ben de iyi bir marangoz olurdum herhalde… Sonra köyümüzde ilkokul yapıldı bir sene sonra; belli bir süre oraya gidip geldim. Ondan sonra hoca askere gitti, ortada kaldım. Ben okula gitmek istemedim bu sefer, abim beni dövdü; zorla bu sefer ikinci kez kaydım yapıldı; gittim. Çok trajik şeyler oldu ve ilkokulu 4. ve 5. sınıfta korkunç bir okuma hırsı belirdi. O başlangıçtaki okula gitmeme, okuldan kaçma duygusunun tersine okuma hevesi belirdi. Benim okumam için tek bir şansım vardı o da köy enstitüleriydi. Bize en yakın olan enstitü Erzurum Pulur Köy Enstitüsü’ydü. Ben okulun sınavlarına girdim; kazandım. Orada 3. sınıfa kadar gelen dek derslerim çok iyiydi; matematik derslerim ve resim dersinde…
Avcı: Resme olan ilginizi nasıl keşfettiniz?
Ayaz: Resme olan ilgimin, tutkumun keşfedilişini de anlatayım çünkü çok önemli… Okul müdürü Türkçe öğretmeniydi ve bizim derslerimize gelirdi; çok disiplinli, çok ciddi, çok sert bir hocaydı. Okuma kitabında şöyle bir görev veriyordu bize: Osman Kaptan diye bir okuma parçası vermiş ve sormuştu: “İçinizde iyi resim yapan varsa, bu Osman Kaptan’ın tanımlandığı şekilde tahtaya çizmeye çalışsın” diyordu. Ben onu bir kartona yaptım, hoca gelmeden önce… Kimse yapmadı, ben yaptım. Ondan sonra hoca geldi. Kütüphanenin önüne koydum. İkide bir bakıyordu, dedim herhalde beni dövecek. Çok da sert bir hocaydı. Neden sen resmi tahtaya yapmadın derse diye çekindim. Ders bitince dedi ki: “Ben devamlı bakıyorum, şu resmi kim yaptı bakayım.” Parmak kaldırdım korkarak: “Ben yaptım.” dedim tabii ayağa kalkarak… Dedi ki: “Oğlum, sen çok yetenekli bir çocuksun aynı resmi yapmışsın, tanımlandığı gibi Osman Kaptan’ın alın şöyle, yanakları şöyle çukur falan… Seni Burhan Alkar (halen sağ) heykeltıraş, ona söyleyeyim seni yetiştirsin. İstanbul Çapa Resim Semineri yani şimdiki sanat okulları ve Türkiye’de tek bir yer… Oranın sınavı vardı, girdim ve kazandım. Benim matematik ve fen derslerim de çok iyiydi. Köy enstitülerine girerken 4 vilayette matematik birincisi olmuşum, hocalar söyledi. Ancak Türkçem iyi olmadığı için genel sıralamalarda düşüktü. Yani birinci değildim. Çünkü Karadenizli olmam hasebiyle geldim yerine “celdum” ,söyledim yerine “söyledum”, cam kırıldı yerine çam kırıldı gibi yazmışım. Yani o nedenle Türkçem iyi olmadığı için genel sıralamalarda düşüktü fakat matematik birincisiydim. İstanbul’u kazandık, oradaki yolum sanat yoluydu. Oradaki hocalardan biri Gazi’den gelmişti rahmetli Malik Aksel… Orada son sınıfta iken iki resmim Devlet Resim Heykel Sergisi’ne girdi. O zaman, bir lise öğrencisinin devlet resim sergisine verip ve o resmi kabul ettirmesi olağanüstü bir olaydı. Çünkü o dönemde Bedri Rahmiler, o dönemin ünlü ressamları yarışıyordu. Orada benim resimlerimin kabul edilmesi gerçekten çevrede çok ses getirdi. Ama maalesef hocam biraz darıldı. Sonradan ilkokul hocası oldum, kendi köyüme tayin edildim. Bir sene ilkokul hocalığı yaptıktan sonra evlendim. Daha sonrasında Gazi’nin resim bölümü sınavlarına girdim. Orayı da bitirdim. Çorum’a gittim, üç yıl da orada hocalık yaptım. Asistanlık sınavları açıldı 21-25 kişi sınava girdik; bir kişi alınacaktı. Yine ben kazandım. Sonrasında Gazi Üniversitesi’nde hoca oldum. Sonra oradan Hacettepe Üniversitesi’ne sonra Bilkent Üniversitesi’ne geçtim. Orada profesör oldum, unvanı aldıktan 4 ay sonra istifa ettim.
Baktım resimlerim para ediyor, istifa edip ayrıldım. Ancak şu tespiti de yapalım. Ben Gazi Üniversitesi’nde hoca olduğum zaman benim eşim çalışmıyordu. Tek maaş ile ancak Çinçin bağlarında yaşama zorunluluğunda kaldım. Yani param ancak ona yetiyordu. Çinçin, Altındağ’ın rezil yerlerinden biri… Günümüzde hâlâ öyle… Orada biz sekiz sene yaşadık, giriş kat. Giriş katta 8 sene… Sonra Yenimahalle Şentepe vardı, orada da 16-17 sene yaşadık ancak orayı bize aitti. Biz yaptık, abilerim falan… Şimdi orası yıkıldı, müteahhit de kaçtı gitti orası da ayrı mesele… Yani benim hayatımın 24 yılı Ankara’da gecekondularda geçti ve ben Şentepe’deki evimden Gazi Üniversitesi’nde hocalığa giderken iki çift ayakkabım vardı. Biri çamur için biri normal ev, okul için… Ayakkabılarımı naylon torbaya koyardım. Şentepe’den dolmuşa binerdim, Et Balık Kurumu vardı Eski Emniyet Sarayı’nın oradan ayakkabılarımı giyerdim; lastiklerimi naylon torbaya koyardım. Ondan sonra oradan da Gazi Üniversitesi’ne yaya giderdim; para yoktu. Gece dersleri verirdim; 1974-1975’lerde mektupla öğretim vardı. Onların notlarımı yazdım 5 bin lira kazanabilmek için.. Özellikle gece derslerinde çok korkardım. Köpekten, gece karanlıktan… Kar yağdığı zaman Şentepe’ye dolmuş çıkmazdı. Yahyalara giderdim oradan nefes nefese yaya çıkardım. Köpekler, kurtlar beni yiyecek korkardım. Hiç kimse yok sokaklarda müthiş korkular geçirdim. Şentepe’deki evim iki katlıydı. Üs katı ev, altını atölye olarak kullanıyordum; resim yapıyordum. Bir ara nalbur işine girdik abimle… Oradan iflas ettik. Devamlı resim yapıyordum bu süreçte de… Sonra baktık ki Bilkent Üniversitesi’nden ayrıldıktan sonra benim resimlerim bayağı para etmeye başladı. Yazlık alalım, Renault alalım, Mercedes alalım, Çankaya’da daire alalım, atölye alalım, kızıma daire alalım derken yine para gelmeye devam ediyor 2000’lerin son aylarında arsa aramaya başladık. Büyük bir rastlantı, şans olarak burayı bulduk ve çok da gezdik. Şans eseri de çok ucuza aldık. Bugünkü paraya göre 600 bin dolara aldık. Bugünkü arsa en az 50 milyon yapar. Sonuç olarak burayı aldık ve yaptık.
Gecekondudan çağdaş bir müzeye doğru bir yolculuktan bahsediyoruz. Siz 24 senenizi gecekonduda geçirin. Neden böyle bir şey yaptım? Belki de bu dünyada ilktir, sanıyorum. Böylesine çapraşık bir yaşam tarzından böylesine ilkel, rezil yaşam tarzından buraya gelmek önemli bir olaydır. Ve bu müzeyi yaptım. Bir de şunu söylemem gerekirse köy enstitüleri olmasaydı, benim bırakın üniversiteyi ilkokulu okuduktan sonra okuma şansım sıfırdı çünkü zaten kasabada ortaokul yok. Liseyi okumam için Trabzon’a gönderecekler, para verecek, ev tutacaklar… Böyle bir durum söz konusu bile değil. Oralara zengin çocuklar gidiyordu. Abilerim marangoz oldu, ben de marangozdum şimdi… Bazı arkadaşlar “ama iyi bir marangoz olurdun” diyorlar o zaman… Karadenizli biri bana bir soru sordu: “Bunu yapsa yapsa bir deli yapar, o da Trabzonlu çıktı. Nereden aklına geldi burayı yapmak?” dedi Karadeniz şivesiyle… Cevabım: “Bana bak hemşerim, ben Atatürk’e borçluyum, onun borcunu iyi ödemek için burayı yaptım.” dedim. “Ne demek oluyor?” diye tekrar sordu. Ben de : “Atatürk olmasaydı, köy enstitüleri olmasaydı, ben olacak mıydım? Vallahi billahi olmayacaktım. Köy enstitüleri olmayacaktı.”
Avcı: Müzeyi kuruş amacınız da Atatürk’e olan borcunuzu ödemek diyebilir miyiz?
Ayaz: Kesinlikle öyle. Yani köy enstitüleri olmasaydı olmazdım. İlkokulu zaten macera ile bitirdim. Onun için hep soruluyor bana nasıl oldu nasıl bu müzeyi kurdun diye… Diyorum ki on defa zar attım; on defa da düşeş geldi. Bu korkunç bir rastlantı… On defa zar atıyorum on defa da düşeş geliyor. Hep sanki bu müzenin olması için olaylar gelişti. Yani ben bu Şentepe’de gecekonduda bodrum katında atölyeme haricîler gelirdi, yabancılar gelirdi. Hele bir Fransız 30-35 resim aldı. Başkalarını getirdi İtalya’dan, eşini getirdi. Korkunç bir talep vardı ve onlardan hiçbir tanesi bile yok maalesef hepsi satıldı. Birkaç tanesi müzede örnek olarak var ama iyileri gitti hep… Ve şimdi ben o geçmişte geçirdiğim anıların üzerine bir köşk kurdum o da ne çok böyle bir yer yaptım. Çağdaş, uygar, medeni bir yer yaptım. Başka türlü nasıl olacağız yani… Ama ben hala buranın yaşaması için çok emin değilim. Çünkü geliri yok, onun için iki sene önce 4,5 milyon para biriktirdim. Aynı cadde üzerinde bir dükkân vardı. Çok büyük bir marka olmasına rağmen inat ettim aldım. Artık oradan şimdi 8 bin lira para geliyor her ay… Şimdi oradan iki daire daha aldım. Biraz daha iki daire alırsak, oraya yepyeni bir bina yaptıracağım. O iki binayı da zaten vakıf adına aldım. Allah bana üç beş sene daha ömür verirse oranın geliri o zaman yüzde yüz karşılayacak. Alnım ak yani… Şimdi zar zor ayakta duruyoruz. Zaten kriz olduğu için resim satışları da sıfırlandı gibi… Ama ben savaşçı bir adamım yılmam.
Avcı: Devlet desteği almadan kurmuşsunuz, bu büyük bir başarı…
Ayaz: Devlet desteği yok. Hayır, olmadı. Çok çalıştık, çok uğraştık biz. Çok kapılar dolaştık. Kamuya yararlı bir vakıf olsaydık, (bizim vakıf normal) olabilseydik o zaman devlet katkısı oluyordu. Ama iki defa Bakanlar Kurulu’na girdi, tam beş yıl uğraştım. Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bir sene gittik. Maliye Bakanlığı Gelirler İdaresi’ne üç sene uğraştık. Sonunda Bakanlar Kurulu’na iki defa girdi. İkisi de reddedildi. Artık üçüncüsü yok ve ondan sonra karar verdim artık hiç kimseden yardım istemeyeceğim. Gel deseler ki sana yardım edeceğim. İstemiyorum kardeşim, hiçbir şey istemiyorum. Tanrı bana üç beş sene daha ömür verirse yüzde yüz ben buranın geleceğini garantileyeceğim. Çünkü benim çok resmim var. Çünkü sakatlandı elim bugün ancak “geveze elim” demişim ben elime; “geveze elim” yani durmadan resim yaparım. Ee Mustafa Ayaz fabrika gibi para istiyor diyorlar. Kardeşim, sen dilenciye vermek için bozuk para arıyorsun, 5 liraya kıyamıyorsun. E sen de hadi o zaman yap bakalım Mustafa Ayaz gibi yap, kim dünyada demez ki ben para istemem. Bir deli yapar ancak, gel ben sana şu kadar para vereceğim. Ancak bir deli çıkacak ve diyecek ben istemiyorum. Bazı arkadaşlarım beni öyle eleştiriyor. Mustafa Ayaz para kesiyor diye… Sen de kes…
Avcı: “Sanatçı kendine sahip çıkmalı” diyorsunuz sanatçı kendine nasıl sahip çıkar?
Ayaz: Onu şöyle diyorum: “Devlet ve toplum sanatçıya sahip çıkmıyorsa sanatçı kendine sahip çıkmalı…” İşte ben burayı yaparak kendime sahip çıktım. Her şeyden önce ben varım dedim ve amacımı, arzularımı gerçekleştirdim. Onun için söyledim ben o sözü… Tekrarlıyorum; “Toplum ve devlet sanatçıya sahip çıkmıyorsa sanatçı kendine sahip çıkmalı… “ Ben bu müzeyi kurarak kendime sahip çıktım. Ben topluma sahip çıktım. Ben çağdaşlığa sahip çıktım.
Avcı: Resimlerinizde yazılara rastlıyoruz. Resimden farklı olarak edebiyata ilginiz, yazdıklarınız var mı?
Ayaz: Resim yapma dışında farklı bir amacım yok. Yani yalnız benim bazı notlarım var. Yani ilerde bir kitabım çıkarsa yardımcı olsun diye… Benim tek idealim buydu, müze kurmaktı. Onu ben daha küçük tasarlıyordum. Bu kadar büyük, devasa bir müze yapacağıma inanmıyordum. Ben bu arsayı aldığım zaman mimara verdik, ondan sonra projeyi çizdi. Baktım sonrasında ha bire kazıyorlar. Dedim bahçeye heykeller koymak için yerler bırakmadın, “ee dedi senin arsan bu kadar aslanım.” dedi. Ben de üzerine bunu çizdim. Ama buranın büyük olmasından dolayı çok mutlu oldum. Ben sandım daha küçük bir yer olacaktı.
Avcı: Müzenin projesini de siz çizdiniz değil mi?
Ayaz: Müzenin projesi çizilirken ana fikri ben verdim mimara… Başta kendi kabul etti, dedi ki bu projeyi ikimiz birlikte çizdik. Benim katkım müzenin ortasının boş olmasıydı; mimar da kabul etti. Arsa geniş olduğu için ortanın boş olmasını istedim. Bu projede çok güzel, büyük bir proje…
Avcı: Müzeyi ziyaret edenlerden nasıl dönüşler alıyorsunuz?
Ayaz: Size şunu söyleyeyim dört beş sene önce Shakira’nın memleketinden Kolombiya’dan bir kız geldi kursa… Benim de çat pat İngilizcem var, sordum: ”Neden geldin? “O da bir araştırma yapmak için geldiğini ve tesadüfen bulduğunu söyledi. Neden bir aylık için kursa geldiğini sordum. O da ben memleketimde diyeceğim ki, işte ben bu müzenin sahibi kişiden resim dersi aldım. Şimdi bu güzel bir söylem… Ayrıca belirtti, biz ülkemizde Türkiye’de böyle bir şey olacağını deseler de inanmazdık. Ama şimdi geldim gördüm ve sanatçısını da hoca olarak gördüm ve sizi tanıdım. Bunu gidip memleketime anlatacağım dedim. Ankara Kalesi’ni, Türkiye’yi tanıtacağım dedi. Bunlar küçük bile olsa önemli değerler… Her insan vatanı için çağdaş, uygarlık yolunda bir küçücük taş koysa biz ihya olurduk. Çok daha ileri gideriz.
Avcı: Resim yaparken etkilendiğiniz faktörler nelerdir?
Ayaz: Her ressamın seçtiği konu vardır. Bazıları manzara yapar, evler sokaklar denizler… Ben daha çok dans, kadın figürleri, coşku dolu konular benim konularım. Böyle karamsar konulardan hoşlanmıyorum. Mesela savaştan hoşlanmıyorum. Yani birbirine süngüyü dayatan kişileri sevmiyorum. Bu olmamalı, insan, insanlık olmalı… İnsani değerler ön plana çıkmalı… Bu sadece düşünce alanı olarak değil sanat alanı olarak böyle olmalı… Şimdi benim resimlerime bakanlar coşku ve mutluluk hissettiklerini söylüyorlar. Bu benim için yeter. Yani insanlara kötümserlik, karamsarlık değil; iyimserlik aşıladığım için ben de mutluyum.
Avcı: Resme başlayıp geliştirme sürecinde bir kişi örnek aldınız mı? Üslubunuzun oluşmasını nasıl başardınız?
Ayaz: Her ressam bir şekilde bir başka ressam için keşke böyle olsam demiştir. Benim cevabım keşke Chagall gibi biri olabilsem, Picasso gibi olabilsem diye hiçbir zaman demedim. Ama keşke onlar kadar ünlü olabilsem dedim. Gazi’de asistanlık dönemimde bir insanın bir kişinin kendi sevgisini, kendi düşüncesini, estetik anlayışını değil de bir başkasının estetik anlayışını örnek alırsa; bir kişi vardı Adnan Turani rahmetlik oldu onun çok kullandığı bir söz vardı. “Bir bok olamaz.” derdi. Af edersiniz ben de aynı tabiri kullanıyorum. Bir kişi kendi DNA’sını ortaya çıkaramıyorsa, kendi kişiliği, sevgisini ortaya çıkaramıyorsa sanatçı olamaz. Bilimde öyle değildir. Bilim çok farklı ve zıttı. Siz bir bilim dalında yer alarak başka bir şey icat edebilirsiniz. Resimde ve sanatta bu yoktur. Ben size örnek vereyim bakın. Dünyanın en büyük ressamlarını sayacağım size… Yirminci yüzyılın dört büyük ressamlarından birisi Chagall’dır. Yahudi asıllı, Rus vatandaştır. Onun resimlerinde kafası aşağıda, bacakları yukarıda olduğu için alay ediyorlar. Oysa onun hiç okula gittiği yok. Ondan sonra Van Gogh; papaz, dahi bir insandır, çok farklıdır. Picasso’nun babası resim öğretmeni olduğu için göndermiş onu sonrasında babasına benim akademide alacağım bir şey yok demiş. Matisse, yirminci yüzyılın en büyük ressamlarından biridir. Kübizmin babası, hukukçudur. Sanat eğitimini ben olsam başka türlü yaparım. Kurslarda da aynen böyle uyguluyorum. Beni tekrar üniversiteye verseler temel sanat eğitimi dersini kaldırırım. Ne demek temel sanat eğitimi… O zaman insan şartlanıyor hâlbuki sanat 360 derece içerisinde oynamalı… Yani siz öğrenciyi alıyorsunuz, belli bir koridora sokuyorsunuz. Öğrenciyi belli bir açı içerisine sokuyorsunuz. Hâlbuki sanat 360 derece… Benim kişiliğim o 360 derecenin hangi noktanın arasında olduğunu hoca bilemez.
Avcı: Resme ilgisi olan, kendini geliştirmek isteyenlere verebileceğiniz tavsiyeler neler?
Ayaz: Tek bir tavsiye var. O da her şey için çok çalışmak… Ama çalışmış görünmek için değil; bir amacı sonuçlandırmak için çalışmak gerekir. Ya ben çalışıyorum ama bir şey olmuyor diyenler için olmaz. Önce amaç edineceksin ve etki altında kalmadan üreteceksin. Mesela özellikle sanatta bir başkasının resimde bir başka ressamın etkisinde kalan kişi ressam olamaz. Kendi DNA’sını resme yansıtması lazım; bu da şu demektir: Dünyada şu an da 7 milyar 300 bin kişi olduğu söyleniyor. Bu şu demektir 7 milyar 300 bin DNA var demektir. Yani bir insanın DNA’sı diğerine benzemediğine göre o kişi kendi DNA’sını yansıtmalı… Kısacası kişiliğini yitirmeden, kişiliğini ön plana çıkararak yaratıcı işler yapması lazım… Öbürü kopyacılık olur. Yaratmak, yaratıcı olmak lazım… Yaratıcı olmak için de kendi yeteneklerini devreye sokması lazım. Yani başkalarının yaptıklarını tekrarlamamak, başkalarının söylediklerini tekrarlamamak, yeni yepyeni bir kişilik oluşturmak gerekir. Önce kendisine, ailesine, vatanına, insanlığa katkı sağlamış olması lazım. Yani öyle buluşlar, çalışmalar var ki adam kendisi için yapıyor. Ama sonrasında bakıyor ki bütün dünya insanlarına faydası dokunuyor. Bilim, sanayi böyle gelişti dünyada… Benim tavsiyem etki altında kalmadan, kopyacılık yapmadan, kendinde var olan enerjiyi açığa çıkarması, neyi seviyorsa onu çook iyi yapmalı… Edebiyatçı olmak istiyorsa edebiyatçı olsun, ressam olmak istiyorsa o alanda kendini geliştirsin. Kendi alanında hep birinci olmalı, kendini düşünmeli… Yani başka türlü yaratıcılık olmuyor, başka türlü güzel işler ortaya çıkmıyor. Bir insan hep kendini düşünürse aa benim şu kadar evliliğim olursa, şu kadar arabam olsa şu olsa bu olsa… Beni örnek gösterebilirsiniz hocam sizde araba almışsınız, daire almışsınız diyebilirsiniz. Ama ben kazandığım paralarla burayı değil çocuklarıma villa, İstanbul ve İsviçre’den yer alabilirdim. Kendim gidebilirdim. Hayır! Bu değil, yaşadığımız topraklarda, Anadolu topraklarında, gidip gezebilirsin farklı yerlerde olabilirsin onu da eleştirmiyorum. Ben Anadolu’yu seviyorum. Ben bu toprakları seviyorum. Bu topraklar için bu müzeyi yaptım ve biz nasıl gidip Louvre Müzesi’ni geziyorsak tabii ki onu kıyaslamak mümkün değil ama ben tek bir fert olarak burayı on kişi turist gezse bile yine bununla gurur duyuyorum. Geldi, para verdi. Para 7 lira 5 lira neyse verdi. 5-7 Lira da paradır sonuçta… İsteyin bakalım birinden 5 lira bizi dilenci yerine koyarlar, başka kapıya derler… Yahu 5 lira versem dersen ki dolmuşa bineceğim… Bakın 5 lira değil 1 liranın bile değeri vardır.
Avcı: Bu güzel sohbetiniz, misafirperverliğiniz ve olumlu dönüşünüz için çok teşekkür ederim.
Bloğumdaki diğer sohbet yazıları ve gezi yazılarını okumak isterseniz Hayata Dair kategorisine ışınlanabilirsiniz.
Bloğumda yayınlayacağım yazılardan haberdar olmak için Instagram, Facebook ve Google Plus hesaplarımı takip edebilirsiniz. Hoşçakalııın
3 yorum
teşekkürler çok güzel ayrıntılı bir röportaj olmuş Ankara’ya ilk gittiğimde ziyaret etmek için not aldım…sevgiler..
Okuğunuz ve geri dönüş yaptığınız için ben teşekkür ederim. :)) Resme ilginiz varsa seveceğinizi düşünüyorum. Sevgiler :))
Mutlaka ziyaret etmelisin canım, sevgiler <3